ŞAPKALI MEKTUP

Bu gün aklıma geldi yine. Son zamanlarda bilmem havanın bana tesiri mi, yoksa bu kendi havam mı, hep aklıma gelip gelip gidiyor zaten. O günler. O güzel günler...
Sen hep iki kişilik düşünürdün o zamanlar. Sonra üç oldu, dört oldu, yedi, dokuz... Ama hiç azalmadı. Kim bilir belki hala artıyordur. Dünya senin sırtındaydı hep sanki. Ve ille ben de gelip bir ucundan tutmalıydım, senin fikrince. Ben ise, hep kendimleydim. Kendimden memnundum. Bu memnuniyet halesiyle bir çeşit izole dünyada yaşardım kendimce. Ama yine de sensiz edemezdim. Sen hep birliktelik hayal ederdin. Bir yerde okusaydık, bir evde yaşasaydık, aynı şehirde çalışsaydık en azından. Ben, ben ise başıma buyruk. Nasıl olsa ayrı ayrı haşrolunmayacak mıydık? Nasıl olsa günlerden bir gün... Evet, o mukadder “günlerden bir gün” de geldi, kapımızı çaldı işte. Günlerden bir gün kendi yolumuzda yürümeyecek miydik?
Sen kitap alırken bile hep, her zaman beraber olacakmışız gibi davranırdın. Bende varsa bir kitap, almazdın. Ya da ben, sende olan kitabı almamalıydım. Hep “biz”i düşünürdün. Ben ise, ben demek kör şeytan, daha o günlerden “biz”in arada bir göze görünüyor gibi yapıp gönül avlayan bir perî-sûret, bir hayal olduğunu bilirdim. Gerçekten ne çok şey bilirdim. Ama ne oldu işte... Bildim de ne oldu? Ola ola benim bildiklerim oldu da iyi mi oldu?
Ben bir gün biz dediklerimizin bir avuç toplu iğne gibi savrulacağını bilirdim. Kim bilir nerede kime batarlar artık, ya da neyi birleştirirler. Ama bunun bu kadar korkunç bir savruluş olduğunu bilmezdim hiç. Savruluştan kasıt mesafeler değil yalnız. “Ne olmuş, şunun şurası üç bin kilometre...” diyebilirim pekala gönül rahatlığıyla. Ve eminim, bu mukadder savruluş biz aynı çatı altında olsaydık yine olacaktı, ve bundan daha yenil olmayacaktı belki yine de... Bizi zaman savurmuş bir kere gülüm, yollar savurmuş, yıllar savurmuş...
Biraz önce söyleyecektim söylemesine de, bir yazmaya başladım mı, takılır giderim. Ne diyeceğimi unuturum çoğu kez. Bilirsin konuşmalarım da hep dağılırdı böyle, serpuşların oralarda bilirsin. Onu diyecektim. Ben ise, hep kendimleydim ya... Kendi içimde derinleşeceğimi filan sanırdım. Kendimi kendimle aşmak, gönül ülkesinde seyahat, hani müstear yaşamak filan hatırlarsın. Oysa ne oldu bugün bu hayaller.
Kardeş, bağışla, bu cümleye de bunun için başlamamıştım işte. Ben kendi içimde, benimle uğraşırken her gün bin parçaya bölünüp sadece egomu kalınlaştırmışım meğer. Bu bir kuleyse, başkaları görmese de, zamanla, belki kendi kendime de kurtulamayacağım bir zindan olmuş bu fil dişi kule. Ve havai bir prens bekliyorum ortalıkta dolaşan, uzun saçlarımı salmak için... Uzayan dilimi salmak için, o dil ki hep uzar ellerin rağmına. Bu da benim değil, daha doğrusu sözü benim, mana bir şairden. Çok okursan kendi cümlelerinle konuşma hürriyetin kısıtlanır. Çok bilirsen, bildiklerine bir değer atfetme tuzağına düşersin, bir şeyler bildiğini zannetme tuzağına. Çok konuşursan hikmet yumurtlamaya başlarsın, ki şu anda yaptığımın resmidir. Madem öyledir. Kesiyorum işte.
Hatırlar mısın, niye soruyorum ki hatırlarsın tabii, henüz neyi hatırlayıp neyi hatırlamayacağımızı bile bilemeyecek kadar uzaklaşmadık birbirimizden. Babamın bir şapkası vardı. O zamanlar daha küçücüktük, o kadar küçüktük ki ne kadar küçük olduğumuzu kestiremiyorum işte. Babam gezgin bir taş duvar ustası. Sıcak mevsimlerde çevre ilçelerde dolaşır dururdu. Arada eve de gelirdi. Herhalde iki üç haftada bir. Bir de soğuk mevsimler vardı. Hep evde olurdu. Gündüz yine bir yerlerde çalışırdı sanırım. Akşam kahvede oturur konuşurlardı arkadaşlarıyla. Ne oluyor ne bitiyordu yurtta ve dahi dünyada. Uzak ve yolsuz, susuz, elektriksiz bir orman köyünde yaşıyorlardı. Varsın olsundu. Onların da söyleyecekleri vardı memleket ahvali hakkında. Varsın kimse duymasın onların konuşmalarını. Varsın seçimden seçime ilçeden biri gelip onlarla lütfen sohbet etsin, dertlerini sorsun. Onların konuşmalarını, daha sonra biraz büyüyünce gittim gördüm nasıl bir şeydir, ve hep koca bir milletin içinden konuşması gibi görürüm. Kimse bilmez insan içinden ne diyor.
Ben hiç taş duvar ustası olmadımsa da hatta çırak bile olamadımsa da çok şey bilirim bu mesleğin incelikleri hakkında. Mesela onlar mesleklerini icra ettikleri alet edevatı, ki bunlar, mala, çekiç, çekül, su terazisi vs... den ibarettir, bir fileye koyarlar. Diğer eşyalarını koydukları Pazar torbası tabir edilen çantalarına yerleştirmezler. Bunun da bir gerekçesi vardır tabii. Zaten hele öyle uzak ve unutulmuş yerlerde insanlar kendilerini gerekçesiz bir şey yapabilecek kadar özgür hissetmezler hiç. Bunun gerekçesi de görsünler diyedir. Adamlar görsünler yanımızda nasıl eşyalar var. Görsünler de biz söylemeden bilsinler, biz ustayız. İşleri varsa bize yaptırılacak; gelsinler, söylesinler. Biz gidip iş sormak zorunda kalmayalım. İstemek o kadar zordur ki. Allah göstermesin.
İşte bu filesi milesi olan babamın bir de şapkası vardı. Aslında bizim köyde ve civarda hemen herkesin, bütün erkeklerin birer şapkası vardı ve hala da vardır nitekim. Ama bilmiyorum o civarda ya da başka yerlerde, başka ülkelerde babalarının şapkasına bizim yüklediğimiz anlamı yükleyen başka çocuklar var mıdır? O zamanlar şapkadan tavşan çıkaran illüzyonistlerden haberimiz yoktu tabii. Köyümüzde elektrik ve dolayısıyla televizyon yoktu. Henüz okuma yazma da bilmiyorduk. Ama babamın şapkası bizim için tam bir hayal şapkaydı. İçinden ne zaman ne çıkacağı belli olmazdı. Babam o kahvehane sohbetlerinden sonra eve dönerken aynı zamanda bakkaliye olan kahveden ya yüz gram bisküvi, kremalı bisküvi, gofret ya da kuru üzüm, leblebi, fındık fıstık, ama mutlaka bir şey alır gelirdi. Biz çoktan uyumuş olurduk o vakte kadar. Şu an düşünüyorum da babamın o getirdiği şeyi getirdiğini gördüğümü hiç hatırlamıyorum kendi adıma. Bir çiçeği açarken, bir mantarı çıkarken hiç görmediğim gibi... Gecenin belirsiz bir vaktinde kalkardık. Sen ya da ben. İlk yaptığımız ötekini kaldırmak olurdu. Hemen pencere kenarına giderdik sonra. Babamın şapkasını bulurduk. Artık içinde ne varsa. Hepsini siler süpürür tekrar kendimizi rüyaların kucağına atardık. Ne rüyalardı o rüyalar, Nezahat Ablanın yattıktan sonra, uyuyuncaya kadar anlattığı masallarla süslü rüyalar. Aslında o günlerin de, o yılların da en az o masallar kadar sıcak, art niyetsiz ve saf olduğunu görüyorum bu gün dönüp geri baktığımda.
O şapkadan çıkanlar yeyip bitirdiğimiz şeylerden ibaret değildi asla. Bu gün hala biraz yağmur yağsa, burnum toprak kokusu alsa, dalları karlarla örtülü bir çam görsem, kokan bir ardıç, bir guguk kuşu sesi, hasat edilmiş bir tarla... O şapka gelir aklıma ve hayal sihirbazı yaşadığım veya işittiğim bütün masalımsı günleri birbiri ardına çağırmaya başlar hep, durmadan.
O zamanlar çok küçüktüm, henüz ilk okulun ilk yılları olmalı. bizim tarlanın yanında Nasuh Amcaların binasının alt katını mescit yapmışlardı. Ramazandı. Mahalleli uzaktaki camiye gitmiyor, teravih namazlarını bu küçük mescitlerinde kılıyordu. Bir de cemaat gelirken bir şeyler getiriyorlar, namazdan sonra hep birlikte yiyorlardı. Bir gün biri lokum getirmiş, laf eski günlerden açıldı. Biri bizim çocukluğumuzda büyükler, böyle tatlı şeyler alırlar, kendi aralarında yerlerdi. Biz de uzaktan bakardık, dedi. Doğru mu söyledi, şaka mı yaptı anlayamadım. Şaban Amca da, biz de şimdi çocuklara vermeyelim, öfkemizi çıkaralım gibi bir espri yaptı. Oysa kendisi her gün bal şerbeti getirir, dağıtırdı. Babam o gün, o konu üzerine bir çocukluk hatırasını anlattı. Ben de çocuktum ve babamın o gün o mecliste anlattığı hatıra benim çocukluk hatıralarım arasına da silinmemecesine kazındı. O gün bu gün, güzel, çiçekli lokumlar görsem sıra sıra, o vaka canlanır gözlerimin önünde. Bir şey paylaşan çocuklar görsem, o günler canlanır.
Çerçi gelmiş dediler. Herkes, kahvenin yanına koştu. Ben de merak etmiştim. Çerçi öyle pek sık uğramazdı bizim oralara. Dayılar, teyzeler bir kile mi, ‘şinik hakı’ mı bir şeyler getiriyorlardı. Darı, buğday, arpa, ceviz... Neleri varsa anlayacağınız. Ve alış verişlerini yapıyorlardı. Geçer akçe takastı o zamanlar memlekette. Parayı kim kaybetmiş ki, bizim gariban köylü bulsun, değil mi? Aldıklarına gelince, iğne iplik, çuvaldız vs... Bir adam da biraz lokum aldı. Ben bakıyorum tabii. Lokum görmüşlüğüm var az çok ama tadını bilmem. Ağzımın suyu akıyor. Çerçi kasadan çıkarıp bir lokum bana veriyor, dedi babam. Bütün olanlar gözümün önünde canlanıyor. Sonra ömründe ilk defa eline lokum verilen bir çocuk. Kırklı yıllar olmalı, belki biraz daha öncesi. O lokumu alıp ağzına atmıyor da şimdi eski okulun bulunduğu yerden, Kusuru mahallesine doğru koşuyor. Bir yandan da bağırıyor. “Emineee! Geliver bir amca bana tatlı bir şey verdi.” Annesi öyle öğretmiştir şüphesiz bize annemizin öyle öğrettiği gibi. Tatlı bir şey yalnız yenmez. Kardeşler paylaşmalıdır. Ömründe ilk kez, yıllardır merakla beklediğin ‘tatlı bir şey’ verilmiş olsa bile. Bu kuralı ben bir çok kez ihlal etmişimdir ama sen... Sen bu gün bile tatlı bir şey yesen, acaba dersin... Acaba kardeşlerim şimdi... ve boğazında düğümlenir. Bir de sonradan bu kardeşlerin anlamını genişletmedin mi, bu adamı çıldırtır işte, tatlı lokmaları acılaştırır, üç günlük dünyada üç yudumluk hayatı berbat eder. Şimdi biz bunu yiyeceğiz ama Çeçenistan’da... Afrika’da... Hey gidi ‘Goca Hatmana’!.. Bütün dünya hala senin sırtında değil mi?
Bir de bir sonbahar manzarası vardır babamın hafızasında. Bağ bozumu, yağmur, mısırlar biçilmiş, fasulye yarı toplanmış yarı toplanmamış, acele acele sağa sola koşuşturan kanlı canlı bir anne ve çok yakın bir gelecekte onu kaybedecek bir çocuk. O kadar canlı anlatır ki, her anlatışında olayın içinde duyarım kendimi. Sonbaharsa ve yağmur yağıyorsa mutlaka bu manzarayı anlatır babam. Gözleri dolar. Ve sonbaharsa ve yağmur yağıyorsa mutlaka bu manzara gelir aklıma, bu manzarayı anlatan babam gelir, gözlerim dolar.
Daha neler neler çıkar Çavuş Dayının şapkasından. Bütün bir çocukluk, yağmurlu bir sonbahar ikindisi ağırlığı sanki tonları bulan çamurlu ayaklarla koyundan dönüş, evde kapıda soylayan tarhana kokusu, Nezahat Ablanın arkadaşları Sultan ve Leyla ile taşta ısıttıkları darı ekmekleri, karlı bir havada Taşdibi yolu...
Ama bütün bunlar bir mektuba sığmaz ki... Bir hayata nasıl sığdı şaşıyorum hala. Aslında bu mektuba birkaç hafta önce başlamıştım. İşte aradan epey vakit geçti ve ben mektubu ikinci oturumda bitiriyorum. Önce keşke başlarken tarih atsaydım, dedim. İkinci oturuma da tarih atardım, böylece senin günlük mektupların gibi olurdu. Sonra boş verdim. Aslında, dedim, geri getirilmezliği bakımından dünle yirmi yıl öncenin, hatta bir asır öncenin ne farkı var. Bütün bir geçmiş tek noktada birikmiyor mu? Ve gelecek için de aynı şey, beri getirilmez hiçbir zaman. Ve bu bakımdan içinde bulunduğumuz ana uzaklıkları eşittir. Tek noktadan ibarettir. An zaten nokta. Üç noktayı birleştirsek yine tek nokta olur. Çünkü nokta boyutsuzdur, alanı, hacmi vs...si yoktur.
... Günlük felsefe parçalama planımı da doldurduğuma göre sözü cemlemek gerektir. Bu şapkadan daha ne kareler, ne hayat kırıntıları çıkar. Ve ayrıca bir de Tenzile Yengenin tezgahı var, torbası var. İyisi mi diyorum, sen de bu minval üzere yaz diyorum. Bana yaz. Geçmişe ait müktesebatımızı ortaya koyalım bir. Bakalım biz neyiz, alt yapımız nelerdir. Maksat yarenlik olsun bir bakıma. Bir de ne bileyim. Belki ispat edebiliriz birikmeye ya da bizcesiyle “çongaşmaya” mesafeler mani değildir, olamazlar hiçbir zaman. Güzellikler hep paylaşılır. O ruh, şimdi hangi köşesindeyse eski eşyaları attığımız “mangoz”un, o şapkadan çıkar ve koşarak bağırır, bağırarak koşar; “Hey, kardeş, tatlı bir şey buldum, gel paylaşalım.”

(“Türk Edebiyatı”, “Aynalar, Pencereler ve Elmalar”)

Yorumlar

Popüler Yayınlar