DAĞ DURUŞU

1.

Bugünlerde Yahya Kemal’in rindlerine taktım. İki üç sınıfta alakasız bir şekilde rindleri okudum. Daha rindin ‘r’sinden haberi olmayan çocuklarla rindleri tartışmaya çalıştım. Rindler beni gittikçe daha fazla sarıyor. Özellikle akşamlarındaki geri gelmek gelmemek meselesi ve başka bazı meseleler itikadıma ters olsa da bu şiirlerde bir parça kendimi bulduğumu hissediyorum. Önceden pek dikkat etmemiştim. Rindlerin hayatı da çok hoş bir şeymiş.

“Bazen kader, gelen bora halinde zorludur;
Dağlar nasıl bakarsa siyah ufka öyle bak.
Bazan da cevreden nice bir adem oğludur,
Görmek değil düşünmeğe bîgâne kal! Bırak!

Dindar adam tevekkülü, rikkatle, herkese
İsa'yı çarmıhında, uzaktan, hatırlatır.
Bir arslan esniyor gibi engin vakâr ise,
Rindin belaya karşı kayıtsızlığındandır.”

İyi felsefe doğrusu. Bela bora halinde zorlu geliyorsa ufka dağlar gibi bakmalı. Borayı evler umursasın, ağaçlar umursasın. Bulutların esamesi bile okunmaz elbette. Ama ya dağlar? Onlar için fark etmez. Ha sabâ, ha bora. İkisi de okşar geçer. Her zaman dimdiktir dağlar. En olsa arada bir başları dumanlanır o kadar. Ve de arslanlar. Tembel krallar. Belki yanlıştır ama birinden arslanların günde yaklaşık yirmi saat uyuduklarını duymuştum. Neden uyumasınlar ki. Onları tedirgin edebilecek tehlike ne kadar azdır? En tedirgin uyku ise tavşanlarla karacaların uykusu olmalı. Ya kelebek olmak üzere kozasında bekleyen tırtılın uykusu nasıldır? Bir kelebek adayı kozasında uyurken neyin rüyasını görür acaba? İşte bir soru. Bu soru da kuyuya attığım taşlardan biri sayılmalı ve bilge insanlar bu soruyu cevaplamaya çalışmalı. Bence o, kozasında kelebek olacağı günü bekleyen bir tırtıldır sadece. Çünkü bekliyor, yani bu kozadan bir gün çıkacağım. Sonra ne olacak? Tabi, bir bakıma okumak ve yazmak için yaşlanmayı bekleyen benim gibiler de cevaplamalı bu soruyu, madem bekliyorlar, onlar da kozasında kelebek olma rüyaları gören tırtıldırlar muhakkak. Ama kim ne derse desin bence iyisi aslan olmaktır yine, daha iyisi de dağ olmak. Hem dağlar bizi anlar. Biz dağları anlarız. Dağlar göklere daha yakındır çünkü. Dağlar dostlarımızdır.
Osman Yüksel şöyle demiş mesela;

“Yıldızlar tesbihlerim,
Dualaşır hislerim,
Secde etmek isterim,
Issız dağ başlarında,
Issız dağ başlarında.”

Ve de Gurbandurdı Geldiyev;

“Dağların dağ yükü var,
Dağların dağ gamı var.
Sırdaş gerek dağlara,
Bizden özge kimi var.”

2.

Geçen yıl kardeşimden bir mektup almıştım. Taksim’deki işinden çıkıp eve dönmek için otobüs durağına yürürken hergün bir spor merkezinin önünden geçtiğini, iyice aydınlatılmış bir vitrinde kanter içinde durmadan koşan ama yine de hep yerinde duran insanlar gördüğünü söylüyordu. Sonra da ekliyordu. Bazen acaba bizim yaptığımız da öyle birşey mi aslında diye düşünüyorum. Yani aslında biz de herkesin içinde, herkesin önünde durmadan koşuyor, ama yine de hep yerimizde mi sayıyoruz? Ara sıra bu soruyu ben de kendi kendime sormadan edemiyorum. Belki daha sık sormalıyım böyle soruları. Hayatımızı sorgulamazsak, ona nasıl çekidüzen verebiliriz ki. Bazen durup sormalı insan kendine “İnsan, bu koşuş nereye?” Bu birinci görüntüydü. İkincisi de şu. Yazın bizim köyün en yüksek mahallesinde oturan hala oğlunun evine gittik. Ev inşaat halindeydi henüz. Çatıya semaver çıkardı, çay demledi. Gök berrak. Köy yerinde ışıklar yok denecek kadar az. Gece yarısı. Gök o kadar büyük ve muhteşem ki. İnsan üzerine bastığı dünyanın kainattaki küçüklüğünü unutmamak için ara sıra yıldızlara değil belki ama gözümüze perde olan şehir ışıklarının olmadığı bir yere çıkıp göğe bakmalı. Benzer bir duyguyu daha önce bir bozkırda tepelere çıktığımda yaşamıştım. Bir biri ardınca uzayıp giden tepeler. İnsan dünyada o kadar küçük ki. İnsan kendinin dünyadaki küçüklüğünü hatırlamalı ara sıra.
Ufukları setlerle çevrilmemiş bir açıklığa çıkmalı. Hani “Bir nokta mı dünya altımda / Ve ben dünyada bir nokta mıyım?” denmiş ya. İnsan kendi küçüklüğünü bilmeli. Dünyanın küçüklüğünü de bilmeli.
İşte bu “küçük insan” nereye koşuyorum diye sorarsa kendine, belki aslında nereye koşması gerektiğini anlayabilecektir. Çünkü bu büyüklükleri eliyle değil, gücüyle değil belki ve ancak kalbiyle kuşatabilir.

3.

Şimdi elimde olsa, yine halaoğlunun evine gitsem. Çatıya semaver çıkarıp çay demlese mübarek. Orada oturup gökyüzünü seyretsem. Bir bozkır obasında bir sekide güllü keçeye uzanarak seyretsem de olur elbette. Yıldızlar tebihleşse, duygularım dualaşsa, dağların sırrı kalbime doğsa, kalbimin kapısı aralansa ve kalp kendiliğinden söylemeye başlasa “Ya Bâkî, ente’l-Bâkî...”...
Belki o zaman dağ gibi durmak deyip, arslan esnemesi deyip özendiğim duruşun aslında nefsini bilen mütevekkil müslümanın duruşundan başka bir şey olmadığını daha iyi anlayabilirim.





Yorumlar

Popüler Yayınlar